Kayıtlar

Aralık, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Aile Arasında: Yaktın sen beni!

Resim
"Ailem" dediğim şeyin nüfusta kaydı yok. Beni ben gibi kabul eden, bana daha bir ben olabilmem için el uzatanlar benim ailem. Soyu sopu yok, kutsal bilmez. Gülse Birsel'in senaryosunu yazdığı Aile Arasında filmi, "senin ailen kimlerden oluşuyor?" sorusunu insanı kahkahalara boğarken orta yere bırakıveriyor.  Cihangir-Adana, zengin-fakir, freak-makul, duygularının farkında-inkâr ettiklerinin avucunda gibi uçları yan yana koyup "sahiden bi değişik duruyor" dedirtirken bir yandan da "Türkiye ailesi nasıl bir şey olmalı?" sorusuna kendi yanıtını veriyor film.  İlk trans-pozitif, anaakım Türk filmi desek? Filmde özellikle iki sahne Gülse Birsel'in ailesini kadın özgürlüğüyle tanımlamamız için yeterli bilgiyi sunuyor. İlki, "yahu uzaylı mı bu, ne demek 3. cins"le başlayan, "trans birey diyeceksin"le son bulan, Türkiye'de gelmiş geçmiş belki de en anaakım trans-dostu mesajın verildiği ve hiçbir şekilde

Oslo İbne Korosu: Noel Baba hepimizin içinde

Resim
Noel'in kökenini araştırırken eşcinselliğin kökeni tartışmalarına göz kırpıp "sahi ne önemi var? maksat sevgi, muhabbet"e bağlayan bir konser izledim dün akşam.  Oslo fagottkor, 2004 yılında "müzikten ve gülmekten hoşlanan erkeklerden hoşlanan erkeklerden (ve de birbirinden) hoşlanan erkeklerin" bir gece içerken ortaya attıkları bir fikirle ortaya çıkıyor. Norveç gibi korolarla dolup taşan (Alaturka Kadın Korosu bile var!) bir ülkede profesyonel müzik "icra eden" bu koronun Noel ve Yeni Lubun Yıl konserindeydim. Twerk ettiklerinde heyecandan fotoğraf çekemedim :P Başta da belirttiğim üzere, konser bir "Noel ordan mı çıktı, burdan mı" hikâyesiydi. "Charlie'nin Lubunları" mesajı alır almaz kolları sıvadı. Vikinglerden Nasıra'ya, oradan şöyle bir Avrupa'ya, ardından da dünya yörüngesine uzandı. "Ben Venezuela'da Katoliklikten bıktım da Norveç'e geldim. Başta çok özgür sandığım bu kuzey ülkesinin de

God's Own Country: Sevmeye ve sevilmeye açıl

Resim
Hislerimizi ifade edemediğimizde hırçınlaşıyoruz. "Ne saçmalamışım ya, ne gereksiz davranmışım" dediğimiz anılar biriktiriyoruz o zaman. "God's Own Country" filmi, duygusal tıkanıklıkları şefkatle ve şehvetle açan bir (beyimin dediğine göre Norveççedeki adıyla) "çiftçi romantizmi" hikâyesi.  İngiltere'nin kuzeyinde, Yorkshire'de bir çiftlik. Babası ve babaannesiyle birlikte yaşayan, selamı sabahı olmayan, atarlı bir genç. Arada bir pub'a gidip zil zurna sarhoş oluyor, tuvalette göt sikiyor, ne hayattan bir şey anlıyor, ne de kendinden. Sonra bir gün Romanyalı bir genç, çiftliğe çalışmaya geliyor. Kuzulara elinden gelenin fazlasını vermeye çalışan, yol yordam bilen, düzgün bir çocuk. İşte bu "çingen", zaman içinde ismi olan birine, bir sevgiliye dönüşüyor. Dahası, atarlı gencin kendini duymazlığına derman oluyor; onu büyütüyor, "adam ediyor".  İlk filmiyle Sundance'te en iyi yönetmen ödülü alan Francis Lee, Gua